“Nerede bu çocuğun annesi?”: Bir babanın baba olma çabaları





Sezai Ozan Zeybek biri 5 diğeri 2 yaşında iki çocuk sahibi. Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyeliği yapıyor. Tam zamanlı babalık ve baba olma sürecini konuştuğumuz Zeybek, eşinin hamileliği sürecinde yaşadıkları medikal süreci ve sonrasında çocuk bakımına dair yerleşmiş bilgileri sarsan deneyimlerini anlatıyor.

“BABALIK SADECE BİR UNVAN DEĞİL. HAYATTA İNSANI ZENGİNLEŞTİREN, İNSANIN KENDİNİ YENİ MECRALARDA KEŞFETMESİNİ SAĞLAYAN BİR TARAFI VAR”

Baba olacağınızı öğrendiğinizde ne hissettiniz?

Bunu söylemekte umarım bir sakınca yoktur: Çocuk sahibi olmaya tam anlamıyla karar vermeden çocuk sahibi olduk. Bambaşka bir hayatımız vardı, yabancı bir ülkede 35 metrekarelik bir evde oturuyorduk. O noktadan bugüne hayatımız pek çok anlamda değişti. Baba olmayı da yolda öğrendim, hâliyle… Fakat babalık sadece bir unvan değil. Hayatta insanı zenginleştiren, insanın kendini yeni mecralarda keşfetmesini sağlayan bir tarafı var.

Babalığa hazırlık sürecini nasıl yaşadığınızı biraz anlatabilir misiniz?


İnsanı baba olmaya hazırlayan pek çok kademe var. Bunlardan bir tanesi mesela hastaneye gitmek, çocuğu ultrasonda görmek, doktorlarla konuşmak… Fakat elbette bu esnada medikal bir bilginin parçası haline geliyor süreç: Ölçümler, hesaplar; sıvılar alınıyor, sıvılar veriliyor, vücuttaki vitaminler hesaplanmaya başlıyor. Bir yanıyla korkutucuydu bunlar. Yani babalığın ilk aşamalarından biri oldukça medikal bir süreç.

Şu açıdan şanslıydık ama, İngiltere’deydik o sırada. Hamilelik süreçlerinin biri Türkiye’de diğeri burada olduğu için kıyaslayabiliyorum. İngilitere’de bu süreçler daha yavaş işliyor ve doktorlar hayatın merkezi hâline gelmiyor. Mesela ultrason Türkiye’de, özellikle de özel hastanelerde iki haftada bir çekiliyor. “Bakın çocuğunuzun renkli fotoğraflarını çektik, bakın çocuğunuzun tırnağı görünmüş, bakın çocuğunuzun göz kapağı açıldı” vesaire. İngilitere’deyse eğer bir risk yoksa son iki-üç haftaya kadar iki kere gidiliyor. Doktorla değil (eğer bir sorun yoksa) ebelerle görüşülüyor. Burada ise hamilelik daha sıkı kontrol ediliyor, hattâ kimi durumda bir panik havasıyla geçiyor tüm o hamilelik dönemi… Endişe daha fazla oluyor.

Türkiye’de sezeryan oranları dünyadaki pek çok ülkeye kıyasla daha yüksek. Bu Türkiye’deki kadınların anatomik olarak normal doğuma daha az uygun olmasından kaynaklanmıyor. Zira burada bambaşka bir medikal süreç işliyor.


“DOĞUM ESNASINDA GÜZEL VE DUYGU DOLU ÂNLAR KADAR DOKTORLARLA MÜCADELEMİ DE HATIRLIYORUM NE YAZIK Kİ”

Sezeryan gerekli olabilir. Yani sezeryan karşıtı değilim, gerekliyse (veya istenirse) olabilir. Dediğim şu: Başta sezeryan olmak istemeyen kadınlar da Türkiye’de bir şekilde sezeryanla doğurmak durumunda kalıyorlar. Türkiye’deki sezeryan oranlarıyla İngiltere’deki sezeryan oranları arasındaki farkı sadece tercihle yahut hayatî tehlikenin burada bir anda 5 kat artmasıyla açıklayamayız. Bambaşka süreçler işliyor.

Geri döneyim. İşte ne yazık ki daha çocuk doğmadan evvel babalık bir mücadele hâline geldi diyebilirim. Doğum esnasında güzel ve duygu dolu ânlar kadar doktorlarla mücadelemi de hatırlıyorum ne yazık ki. Doktorlara ve hemşirelere çok ters gelen çok basit şeyler istedik hastanede. Mesela bebeği hemen alıp yıkamayın dedik. Türkiye’deki genel uygulama çocuğu anneden bir an evvel alıp hijyen (ve galiba görüntü kaygısıyla) temizlemek, ölçmek, iğneler yapmak. Hemşireler çocukları bir süre işlemden geçirdikten sonra bir camın arkasından kaldırıp (hijyen odası) aileye gösteriyor. Bazı hastanelerde babaların bebekleriyle ilk karşılaşması işte bu şekilde bir camın arkasından gerçekleşiyor.

Bizse mesela çocuk doğduktan sonra biraz annesinin-babasının kucağında dinlensin, soluklansın istedik. Teni tene değsin istedik. Hayatta ilk dakikaları iğneyle, hijyenle geçmesin istedik. İğne karşıtı, aşı karşıtı olduğumuzdan da değil, daha sonra olsun dedik.

Bunu şu yüzden anlatıyorum; daha en başından itibaren babayla çocuk arasındaki ilişki yalnızca sevmek, bağlanmak, heyecanlanmakla sınırlı değil; bir medikal süreç dolayımıyla bebekle temas ediliyor. Doğum bir doktor meselesine, hattâ bir ölüm kalım meselesi hâline geliyor, bir mücadeleye dönüşüyor. Doğumdan sonraki ilk 24 saatte ise başka bir sektör sürece dahil oluyor.

Hangi sektör bu?

Mama sektörü. Öncelikle şunu söyleyeyim; elbette ki annelerin koşulları bambaşka olabilir; ama kendi adımıza biz emzirme taraftarıyız. Fakat ismi epey bilinen bir özel hastanede şunu yaşadık: Doğumun üzerinden henüz birkaç saat geçmiş. Hemşire içeri girdi ve “Çocuğunuzun sarılık oranlarını ölçtük, yüksek çıktı ve acilen bu oranların düşürülmesi lazım. Bebeği ya 24 saat boyunca yapay ışık altına koyacağız ya da (o sırada arkasında başka bir hemşire var ve mama açmaya başlamıştı zaten) acilen ek gıdaya geçmemiz lazım” dedi. Sonradan araştırdım. İlk 24 saat içerisinde mama verilen çocuklarda mamayla devam etme oranları artıyor, emmede sorun yaşanabiliyor. Oraya müdahale (şirketler açısından) çok önemli. Bir şekilde korkutulduk, endişe ettik hâliyle. Doktor da değiliz. Neyse ki internet var. Baktık İngiltere’de bizi korkuttukları değerin yaklaşık iki katına kadar ‘gözetim altında tut ama müdahale etme’ deniyor. Hattâ Türkiye’de başka bir hastanede de bu değerlerle küveze koymuyorlar. Fark ettik ki bize hayat memat meselesi gibi sunulan tehlike eşiği hiç de standart değil.

“TÜRKİYE’DE ÖZELLİKLE ANNELER BESLENME KONUSUNDA OLDUKÇA ENDİŞELİ.”

Babalık meselesine geri dönecek olursak, bütün bu süreçler babalığın daha ilk aşamalarında insanı daha evvelden bilmediği bambaşka mecralara itiyor. Kendimi bir anda anne sütü ve mamalarla ilgili yazılar okurken buldum. Mama konusuna bilhassa takıldım, sebebi şu: Büyük olasılıkla hastane, mama şirketlerine numaramızı vermiş bize sormadan. Eşimin cep telefonuna bir mama şirketi tarafından zararsız, hattâ faydalı mesajlar gönderilmeye başlandı. Örneğin, çocuğunuzu emziremiyorsanız şöyle şöyle tekniklerle emzirmeniz daha kolay olur gibi öneriler vardı bu mesajlarda. Böyle iki üç hafta faydalı, güzel, sevgi dolu mesajlar geldikten sonra işin rengi açığa çıktı. Endişe içerikli mesajlar artmaya başladı. Mealen, “Çocuklarınız çok ağlıyorsa muhtemelen aç kalıyordur. Açlık beyin gelişimini durdurur. X vitamini eksikliği zekâyı olumsuz etkiler” gibi. Türkiye’de beyin gelişimi deyince akan sular duruyor zaten. Bir miktar genelleme yapacağım, ama Türkiye’de özellikle anneler beslenme konusunda zaten oldukça endişeli. Sütüm yeterince besliyor mu acaba? Bahsettiğim mesajların içeriği işte tam da bu endişeleri büyütecek şekilde değişti. Bu noktada mamayla ilgili hem benim hem sonradan tanıştığım Doktor Tomris Cesuroğlu’nun yazdığı iki yazıyı tavsiye ediyorum ilgilenenlere.

ANNE SÜTÜ NEDEN ANTİKAPİTALİST

ANNE SÜTÜ VE BEBEK MAMALARI



Babalığın aynı zamanda bir keşif süreci olduğunu söylemiştim en başta. İngiliz The Independent gazetesinde anne sütü ve mamayla ilgili bir haberin hazırlanmasına katkıda bulundum. Oldukça öfkelenmeme sebep olan, fakat bir yandan öğretici bir deneyimdi.

Neydi kısaca?

Mama şirketi şöyle bir kampanya hazırlamış: “Her gün çocuklara yarım litre süt.” Diyor ki biz anne sütünü destekliyoruz. Fakat, diye devam ediyor, her gün çocukların yarım litre süt alması gerekir. Bu miktarın da UNICEF’in tavsiyesi olduğunu beyan ediyor. Anneler acaba yarım litre veriyor muyum diye kendilerini sorguluyorlar. Büyük de bir miktar. Peki nasıl hesaplanacak bu? Mama şirketi bunun için uyduruk, bilimsel olmayan testler düzenlemiş web sitelerinde. Hikâyenin bir İngiliz gazetesinin baş sayfasında çıkmasına sebep olan asıl hikâye şu1: UNICEF’in böyle yarım litre süt gibi bir tavsiyesi yok. Yalan söylüyorlar. İttirme usûlüyle bilimsellik icat ediyorlar. Böyle bir eşik yok.

Türkiye’de haber çıktıktan sonra hiçbir şey olmadı. Şirket kampanyayı kaldırdı sadece.


“BİR BABANIN ÇOCUĞUNA ERİŞİMDE İLK BARİYER MEDİKAL İŞLEMLER VE DOKTORLAR İSE İKİNCİ BARİYER AİLENİN KADINLARI OLUYOR”

Peki dışarıda verdiğiniz mücadele sırasında evin içerisinde neler oluyordu?

Orada da başka türlü ilişkiler gelişti. Şaka yollu da olsa şu geçiyor aklımdan: Bir babanın çocuğuna erişimde ilk bariyer medikal işlemler ve doktorlar ise ikinci bariyer ailenin kadınları oluyor. Ev içinde ilk izlenimim babanın, bilhassa ailenin kadınları tarafından dışarı itilmesi. “Sen dur, git orada bekle” gibi yönlendirmeler var. Evet, kısmen anlaşılır bir tavır bu. Fakat ben o dönem şanslıydım, işsizdim. Bu oldukça fark ettiriyor, bir de baba olmak isteyen bir babaydım. Çocuk gelir gelmez hadi ben işime döneyim şeklinde bir derdim ve isteğim yoktu. Sabırla hem kadınların hem erkeklerin sahiplendikleri o köklü toplumsal beklentileri ters yüz edecek hamleler yapmaya başladım. Ailenin yardıma gelen kadınları (sağolsunlar bu arada) çekip çevirme konusunda hem daha deneyimli hem de hâliyle daha pratiklerdi. Yine de biraz daha yavaş ve sarsak olma pahasına bu işleri yapmak gerekiyordu ve yaptım. Eşim doktora tezini yazıyordu o dönem. Bu vesile ile Azade ile çok vakit geçirebildim. Sabah kalkıp işe gitme zorunluluğum olmadığı için tam zamanlı babalık yaptım. Eşim sütü dolaba koyuyordu, ben veriyordum. Hayatımın belki de en güzel (ama başka açılardan bir hayli zor) dönemlerinden biriydi.

Evde mi geçirdiniz bütün o süreyi?

Hayır. Bir süre sonra ev sıkıcı hâle geldi. İstanbul’u bebekle gezmeye başladım. Kitapçılara gidiyordum, vapurlara biniyordum, Sultanahmet’te lokantalarda yemek yiyordum. Sıkılıyordum evde çünkü. Aslında şunu da söylemem lazım: Çocuğa bakan kişinin en büyük ihtiyaçlarından biri sosyalleşmek. Çocuk bakmak kolektif bir iş. Çocuğa bir kişinin bakması oldukça ağır bir yük. Fakat bir noktada, biz de bir hayli kısa bir süre oldu bu anneler, kayınvalideler çekildi. Ben de dışarı çıkıp kendime uygun bir faaliyet alanı yaratmaya çalıştım. İstanbul’u keşfe çıktım. Çıkınca da başka bir İstanbul, başka bir sosyal hayat ile karşılaştım. Bir yanıyla çok yardımsever, diğer yanıyla oldukça müdahaleci bir dayanışma var dışarda. Çantadan bir şey düşüyor arkadan biri koşup yetiştiriyor hemen. Yağmurda bir taksi durağında bebekli çaresiz babalar en öne alınıyor. Ama bir yandan azarlayarak: “Abi sen napıyorsun? Deli misin yağmurda bebekle? Nerede bu çocuğun annesi?” diyenler çıkıyor. İşin aslı, dışardaki bütün küçük seyahatlerimde karşıma çıkan ana soru bu oldu; “Nerede bu çocuğun annesi?” Çünkü bir baba bakamaz ya, yakınlarda bir anne olması lazım. Neyse, demek istediğim şu: Sokaklar babalar için bir yanıyla bir dayanışma ağı sunuyor; ama bir yanıyla da belirli toplumsal beklentileri tek tek görebiliyor insan verilen tepkilerden.

Aklınızda kalan bir anınız var mı bu konuyla ilgili?

Kadıköy’de erkek müşterilerle dolu bir esnaf lokantasındayız, yemek yiyorum. Lokanta sahibine, bebek altına yaptı ve değiştirmem lazım, dedim. Adam önce bir gerildi, döndü arkasına “Yer açın! Hemen bu masayı boşaltın!” dedi oradakilere. Masalar birleştirildi, sandalyeler getirildi, müşterilerin bir kısmına yer değiştirtildi, garsonlar seferber oldu. Bir anda orada bana uygun bir ortam yapıldı ve çocuğun tabir yerindeyse beraber altını değiştirdik. Bir bağ kuruldu aramızda. Çıkana kadar hâlâ muhabbeti dönüyor, konuşuluyor, gülünüyordu.

“CİNSİYET ROLLERİ VE BU ROLLERE GÖRE ŞEKİLLENMİŞ İŞ HAYATI ÇOCUKLA BABANIN ARASINA GİREN BİR SÜRÜ ENGELDEN BİRİ”

Erkeklerin bu yardımseverliği evde niye gözükmüyor peki?


Yardımseverlikle birinin sürekli sorumluluğunu üstlenmek, birinin hayatının yükünü taşımak arasında bir derece farkı var şüphesiz. Fakat çocukla babanın arasına giren bir sürü başka engel de var. Cinsiyet rolleri ve bu rollere göre şekillenmiş iş hayatı en başta geliyor belki de… Düzenli iş hayatı hakikaten çocukla baba arasında kurulan ilişkiyi oldukça köklü şekilde değiştiriyor. Sadece erkekleri değil, kadınlar da çalışmaya başladıktan sonra çocukla aralarındaki ilişki değişiyor. Kaybolmuyor elbette, ama başka bir hale geliyor. Sorumlulukların bir kısmı dışardan para verilerek tutulan bir bakıcıya yahut ailenin görece yaşlılarına devrediliyor. Buna mukabil ailelere, önemli olan kaliteli zaman geçirmek, deniyor. İstanbul’da dayak yemiş gibi eve girdikten sonra nasıl kaliteli zaman geçirilir emin değilim. Geçirilir; ama bazen uzun zaman geçirmek de önemli. Kızımla (5 yaşında) geçen hafta birkaç günü baş başa geçirdik. Çok güzeldi. Küçük oğlum Aziz’le (2 yaş) beraber geçirdiğimiz bir gün vardı Berlin’de. Dolaştık, lokantaya gittik, parklarda takıldık. Berlin bunları yapmaya ne yazık ki çok müsait bir şehir, İstanbul’un aksine. Beraber güldük. Kendince şakalar yapabildiğini, bir mizah anlayışı olduğunu o gün fark ettim mesela. O da benim sanırım vakit geçirilebilir biri olduğumu gördü. Bunu bu kadar süre yapamayışımızın, ilk kızımın aksine, önemli sebeplerinden biri işteki tempo.

“MEKANSAL DÜZENLEMELERDE ANNELİK VE BABALIK ROLLERİ PAY EDİLMİŞ”

Babalık izinleri de erkek-kadın arasında varsayılan rollere göre şekilleniyor herhalde…


Evet. Türkiye’de babalık izni yok desek yeridir. Yani babaların çocuklarıyla zaman geçirmek isteyebileceği, birinci bakıcı rolünü üstlenmek isteyebilecekleri düşünülmüyor. Çocuk iznine de yansıyor bu, her konuya, her şeye yansıyor. Bir misafirliğe gidildiği zaman çocuğun kimin yanına düştüğü, babanın nerede oturduğu, annenin nerede oturduğu, bütün o mekânsal düzenlemeler dahi çocukla baba arasında varsayılan ilişkilerin birer yansıması. Çok klasik bir örnek vereceğim, bebeğinin altını değiştirmek isteyen bir baba kadınlar tuvaleti önünde sıraya girmek zorunda. Erkek tuvaletlerinde alt değiştirme ünitesi yok. “Tabii ki çocuğunu tuvalete götürecek olan kadındır” anlayışına göre düzenlenmiş mekanlar. Mekansal düzenlemelerde annelik ve babalık rolleri pay edilmiş.

Çocuğun tam zamanlı bakımını siz üstlendiğiniz sırada eşinizin kaygıları oldu mu? Sizin çocuk bakmanızda ehil olma durumunuz veya çevreden gelebilecek tepkiler onu endişelendirdi mi?

Şanslıydık belki, çevremizde hiç kimse ona yahut bana suçluluk hissettirmedi. Tabii şu önemli bir nokta: Çocuğuyla çok vakit geçirmemek bir babayı kötü yapmıyor fakat kadınların bazı beklentilerin dışında hareket etmesi tepki çekebiliyor. Mesela evimizdeki durumu birine anlattığımda bana “senin gibilere karı- adam derler Ege’de” demişti. Ehil olma konusundaysa kendime güveniyorum ve çocuklarla aram iyi. Bu zaten doğuştan gelen bir özellik değil; öğreniliyor. Vakit geçirmeyi öğreniyorsun, yeni oyunlar yaratmayı öğreniyorsun, yavaşlamayı ve çocuğa ayak uydurmayı öğreniyorsun. Bana da iyi geldi açıkçası. İş temposundan çok farklı. Yemek yemek bir saat sürebiliyor mesela, sürsün. Çocukla yemek yemek bir saat sürdüğü zaman babayla çocuk bambaşka bir ilişki kurma fırsatı da yakalıyor.

“BİR MASAL KURSUNA GİTTİM VE MASALLARA BAKIŞIM DEĞİŞTİ. DÜNYAYA BAKIŞIM DA DEĞİŞTİ”

Babalık yapmak size başka neler kattı?


İlgi alanlarım genişledi. Masallar yazmaya, daha önemlisi anlatmaya başladım mesela. Bence, ben çocuğa ne verdim, sorusu kadar, çocuk bana ne kattı, sorusu üzerine de düşünmek lâzım. Bu tek taraflı bir ilişki değil. Onların bize vefa borcu var elbette; ama bizim de onlara olmalı. Zira onların bize ne kattığını fark ettikçe çocukla geçen zamanın bir vakit kaybı olmadığını daha iyi anlıyor insan. Malûm, en az değer gören, emek piyasasında en az parayla ikame edilebilecek işlerden biri bakım işi.

Çocuklarla ilgilenirken hayatıma kattığım şeylerden biri masal anlatıcılığı oldu. Masallara çok ehemmiyet vermezdim; hattâ biraz sıkılırdım. Kötü kurtlar, prensesler, prensler gibi ögeleri bir sosyal bilimci olarak itici bulurdum hattâ. Fakat bir noktada Azade’nin masal dinlerken ayaklarının yerden kesildiğini fark ettim. Bir masal kursuna gittim ve masallara bakışım değişti. Dünyaya bakışım da değişti. Şunu çok açık söyleyebilirim, masalların sihirli bir dünyası varmış gerçekten. Üniversitede hocayım ve öğrencilerimle iletişimimi dahi değiştirdi öğrendiklerim. Kendim masal yazmaya başladım bir süre sonra. (Ama anlatmak çok daha keyifli. Yazının uzanamayacağı başka bir sihri var sözlü anlatımın.) Bu benim hayatımda, eğer çocuksuz olsaydım olmayacak bir değişimdi. Artık var ve çok memnunum. Masal biriktiriyorum, döndüre döndüre her fırsatta anlatıyorum. Büyüklere de anlatıyorum üstelik. Bir yere gittiğimde masal kitaplarını inceliyorum. Hoşuma gitmeyen masalları da bir daha yazıyorum. Masalların çocuklara güven verici bir tarafı var, onlar aracılığıyla açılmaları daha kolay.

Yazdığınız masallardan birkaçını bizimle paylaşabilir misiniz?

Tabii, paylaşabilirim.


Kırmızı'nın Mirası- Bir Masal

Ayının Dengi (Çocuk Masalı)


“BABALIK BİR EMEK İŞİ”

Bazı ebeveynlerde olduğu gibi “Bütün hayatım çocuğum oldu, kendime hiç vakit ayıramıyorum, arkadaşlarımla görüşemiyorum, eski hayatımı özledim” diye yakınmadınız mı hiç?

Sosyal çevremizi kaybetmedik. Bir yere gidilecekse çocuğu alıp gidiyoruz. İki çocuğu alıp Güney Afrika’ya gidebildik yahut Kaçkarlar‘da 2900 metreye kadar çıktık. Arkadaşlarımızla (çocuksuzlar çoğunlukta) buluşacak fırsatlar yaratıyoruz; sadece çocuktan bahsetmemeye özen gösteriyoruz. Hayatımızdan tamamen feragat edip eve kapanalım, çocukları koruyalım, hijyen olsun, mikroplar girmesin gibi endişelere kapılmadık. Güzel bir denge kurduk gibi geliyor bana. Yine de geçmişe özlem var mı? Dürüstçe söyleyeyim ki eski, yani çocuksuz hayatımı çok hatırlamıyorum. İlginç bir şekilde eşim ve çevremizdeki anne babalar da aynı şeyi söylüyor, sanki kafamıza sert bir cisimle vurulmuş gibi… Eski hayatımız uzak bir mazi gibi geliyor. Çocuk bakmak yüksek tempolu bir iş. Hayatın ayrı bir evresi. Tuhaf bir şekilde âna odaklanıp geçmişi geçmişte bırakıyorsun sanırım. Fakat tabii ki yakındığım oldu, aksini söylemek büyük bir yalan olur. Ama öncesinde de insan ondan-bundan yakınabiliyor. Yakınmak yeni ve çocuklara has bir icat değil.

Son sözlerinizi alabilir miyim?

Babalık bir emek işi. Emek vermek dünyayla daha başka şekilde ilişki kurmaya yarıyor, hele ki insan yeni deneyimlere açıksa…


Röportaj: Bahar Kılınç -Sivil Sayfalar

Konular